Bu Blogda Ara

4 Kasım 2025 Salı

Diyalektik Nedir, Ne Değildir

 Diyalektik: 2500 Yıllık Felsefi Yolculuk ve Marksist Yorum

Diyalektik denince, kişinin aklına ilk gelen Marksistlerin kullandığı yöntemdir. Haksız da sayılmazlar çünkü günümüzde Felsefede hakim olan bir nevi Marksizm karşıtlığıdır. Halbuki diyalektiği Marks yada Hegel çıkarmamıştır. Çok daha eskiye Antik Yunan'a dayanır; Herakleitos'un nehir örneği ve Sokrates'in soru-cevap yöntemi bu kavramın ilk izleridir.

Şimdi diyalektik sözcüğünün tarihteki yolculuğuna bakalım.

Diyalektik nedir?

Diyalektik sözcüğü, Eski Yunan'da kullanılan dialektike sözcüğünden günümüze ulaşmıştır. Başlangıçta karşılıklı konuşma, tartışma, diyalog gibi anlamlara gelen sözcük, karşılıklı aracılığıyla anlamında dia- ön eki ile 'konuşmak, söylemek, seçmek' anlamlarına gelen legesthai fiilinin birleşmesinden meydana gelir.

Ayrıca Legesthai, aynı zaman da 'söz, akıl, mantık' gibi anlamlara sahip Eski Yunan'dan günümüze gelen logos sözcüğünün de oluşturur.

Diyalektiği kavram olarak ilk kullanan Sokrates, teorik sistemizasyon olarak kullanan ise Aristoteles'tir. Ancak onların öncesinde diyalektik düşüncenin tohumlarını atan kişi Herakleitos'un kendisidir.

'Çünkü nehir aynı nehir değildir ve siz de aynı siz değilsiniz.' - Herakleitos

Düşünce olarak Herakleitos’ta var olsa da, diyalektiğin kavram hâline gelmesi Sokrates’in soru-cevap yönteminde gerçekleşir. “Doğurtma sanatı” olarak bilinen bu yöntemde, Sokrates sorular sorar ve cevaplar olumlu ya da olumsuz olsun, şeyin nesnelliğini ortaya çıkarır. Öğrencisi Platon ise bu yöntemle diyaloglarını şekillendirecek ve daha sonra Aristoteles’e aktaracaktır.

Aristo'dan sonra diyalektik, özellikle Ortaçağ’a kadar felsefi tartışma ve teoloji aracı olarak varlığını sürdürür. Peripatetik (Aristotelesçi filozoflar) okul onun mantık ve diyalektik çalışmalarını devam ettirirken, Cicero gibi Romalı düşünürler bunu retorik ve ahlaki ikna sanatıyla birleştirdi. Ortaçağ’da Boethius, Aristoteles’in mantığını Latince’ye çevirerek Batı’da skolastik eğitimde diyalektiğin temelini atar. Aynı dönemde Ortadoğu'da gelişen İslam feslefesinde İbn Sina ve Farabi, Aristotelesçi diyalektiği hem felsefi hem teolojik bağlamda kullanırlar.

12. yüzyıla geldiğimizde, bir dönüm noktası yaşanır. Aristoteles’in eserleri, İbn Sina, El-Farabi gibi İslam filozofları tarafından Arapça’ya çevrilir, yorumlanır ve geliştirilir. Haçlı Seferleri ve Endülüs’teki etkileşimler sayesinde bu Arapça eserler Latinceye çevrilmeye başlar. Böylece Batı Avrupa, Aristoteles’in mantık ve diyalektiğini yeniden öğrenip üniversitelerde öğretmeye başlar. Bu sayede diyalektik artık sadece bireysel tartışmaların değil, akademik ve sistematik bir tartışma yöntemi hâline gelir. Bu dönemde Skolastik filozoflar, Hristiyan teolojisi ile Aristotelesçi mantığı birleştirerek diyalektiği akıl ve inanç arasında köprü olarak kullanırlar.

Günümüz felsefesinin kökeni olan Modern felsefede ise diyalektik, Leibniz ile mantık ve monadoloji çerçevesinde çelişkileri çözme aracı olarak görünmeye başlar ve henüz Hegel’in tarih ve evrenin içsel yasası anlayışı yoktur. Descartes, diyalektiği tarihsel veya toplumsal bir yasa olarak değil, akıl yürütme ve metodik şüphe aracı olarak kullanır.

Ada felsefesinde (Bacon, Hume, İskoç Sağduyu Okulu) diyalektik doğrudan kullanılmaz; tartışma ve eleştiri yöntemleri öne çıkar, mantıksal ve retorik bir araç olarak görülür.

Bu gelenekten beslenen Hegel ise diyalektiği tartışma yönteminden çıkarıp evrenin, tarihin ve bilincin içsel yasası hâline getirir. Bu yasaya göre çelişkiler ve çatışmalar zorunlu olarak çözülür ve bu süreç tüm varlığı ve tarihi şekillendirir.

Böylece Almanya’da modern felsefede diyalektiğin temeli atılmış olur. Kant ise bu süreçte aklın sınırlarını ve çelişkilerini inceleyerek, saf akıl eleştirisi aracılığıyla metodik bir analiz geliştirerek aklın çelişkilerini sistematik bir biçimde ortaya koyar.

Günümüz dünyasında ise diyalektik Karl Marx'ın teorize ettiği kavramdır. Hegel’in idealist diyalektiğini alıp tersine çevirmiştir; artık diyalektiğin zemini artık madde ve toplumsal ilişkiler olur. Çelişkiler ve çatışmalar, sınıflar arasında somut bir gerçeklik olarak görülür ve tarih, bu çatışmaların çözümü üzerinden ilerler. Yani Marx’ta diyalektik, soyut düşüncenin değil, maddi dünyanın ve toplumsal mücadelelerin analiz aracıdır.

Marx, Hegel’in idealist diyalektiğini tersine çevirerek diyalektiği maddi dünyanın ve toplumsal ilişkilerin temeline oturtur. Artık çelişkiler soyut değil, somut ve toplumsaldır. Sınıflar arasındaki çatışmalar tarihsel bir zorunluluk olarak görülür ve tarih bu çatışmaların çözümü üzerinden ilerler. Böylece diyalektik, sadece düşünsel bir yöntem olmaktan çıkar, üretim ilişkilerini ve toplumsal mücadeleleri anlamak için pratik ve tarihsel bir analiz aracına dönüşür. Marx’ta diyalektik, artık sadece düşünsel bir yöntem değil, maddi dünyanın ve toplumsal mücadelelerin analiz aracı hâline gelir.

Siyasette diyalektik

Rus devrimi teorisyenlerinden Lenin, Marx’ın diyalektiğini hem felsefi hem de pratik bağlamda daha da çok geliştirir. Ona göre her olgu kendi içinde çelişkiler taşır ve bu çelişkiler, tezin ve antitezin çatışmasıyla çözülür.

“Zıtların birliği, yani diyalektik (tesadüf, özdeşlik, eşit etki) koşullu, geçici, fani, görelidir. Karşıt olan zıtların mücadelesi ise mutlak, tıpkı gelişim ve hareketin mutlak olması gibi.”

Vladimir I. Lenin — “On the Question of Dialectics” (1915)

Mao ise çelişkileri somut ve tarihsel bağlamda ele alır, bazı çelişkilerin temel, diğerlerinin yan olduğunu vurgular: “Çelişki her yerde vardır; önemli olan hangi çelişki temel, hangi yan çelişkidir.” Tez ve antitez kendi iç çelişkileriyle birlikte ele alınmadıkça sentez gerçek bir dönüşüm üretemez.

“Düşman ile aramızdaki çelişkiler antagonistik çelişkilerdir. Halkın safları içindeki çelişkiler ise, çalışan halk arasındaki çelişkiler, antagonistik olmayan çelişkilerdir…”

Mao Zedong — (On Contradiction) (Ağustos 1937)

2500 yıllık serüveni sonrası, 1937'de Mao Zedung 'Çelişki üzerine' adlı söyleminde diyalektiğin ilk çıkışını temel alarak şunları söyler;

'Antik Yunan filozofu Herakleitos, ‘her şeyin akış halinde olduğunu’ ve ‘tüm değişimin kaynağının çelişki olduğunu’ söylemiştir. Hatta aynı nehre iki kez adım atamayacağımızı da belirtmiştir çünkü o artık aynı nehir değildir. Bu düşünceler diyalektiğin ilk nüvelerini barındırmaktadır.'

Mao Zedong (On Contradiction) (Ağustos 1937)

Peki Diyalektik ne değildir ;

Diyalektik Düalizm: Düalizm iki zıt ilkeyi katı biçimde ayırır, diyalektik ise zıtların birbirini belirleyen birliğini savunur.

Diyalektik Mantık (Formel Mantık): Mantık çelişkisizlik ilkesine dayanır, diyalektik ise çelişkilerin şeylerin içsel yapısına ait olduğunu kabul eder.

Diyalektik Sofistik: Sofistik tartışmayı kazanmayı hedefler, diyalektik ise hakikati ve süreci anlamayı amaçlar.

Diyalektik Metafizik (Statik Düşünce): Metafizik varlığı durağan görür, diyalektik ise değişim ve süreç içinde kavrar.

Metinde geçen bazı kavramların anlamı;

Antagonistik – Karşıt, çatışmalı çelişkiler.

Tez-Antitez-Sentez – Diyalektik sürecin temel üç aşaması; bir çelişkiyi ve çözümünü gösterir.

Diyalektik Çelişki ve karşıtlıklar üzerinden gelişimi ve dönüşümü kavrama yöntemi.

Maddeci / Materyalist – Diyalektiğin toplumsal ve maddi temele oturtulması; soyut değil somut süreçleri inceleme.

Non-antagonistik – Antagonistik olmayan, karşıtlık içermeyen çelişkiler; genellikle halkın kendi içindeki çelişkiler.

26 Eylül 2020 Cumartesi

İbrahim Peygamber - Muazzez İlmiye Çığ

Muazzez İlmiye Çığ, ilk olarak 1997 yılında yayımladığı kitap daha önce İlhan Arsel ve Turan Dursun kitaplarını basan Kaynak yayınlarında.  Şuan hala Çığ’ın kitapları Kaynak yayınları tarafından basılmaktadır.  

İbrahim peygamber kimdir?

İbrahim peygamber aslında nereliydi?

 Hangi zaman diliminde yaşadı? 

Neden 3 büyük dinin atası olmuştur? 

İbrahim peygamberle başlayan erkeklerin sünnet olma geleneğinin temel nedeni nedir? 

Gibi bir çok soruya cevap arıyor. Bir çok tarih araştırmacısının da ilgi alanına giren İbrahim peygamber ile ilgili sorulması gereken soruları soruyor, ve okuyucunun önüne cevaplar koymaya çalışıyor. Ancak Çığ, burada bilimsel bir yaklaşımda bulunmuyor, daha çok kutsal denilen kitaplarda varolan bilgileri, Sümer – Akad dönemine ait tabletlerde yazanlarla karşılaştırıyor. 

İbrahim peygamber kimdir? sorusuna cevaplardan Amaritler, Hititler, Sümerler, Akadlar’dan hiç biri uymuyor en sonunda Turan Dursun’un da yazdığı İbrahim peygamber Sabii’lerden olması muhtemeldir diyor. Sabiiler ise yıldızlara tapan topluluk olarak biliniyor ki Kur’anda da Musevi ve Hrıstiyanlardan sonra adı anılan bir dine mensuplar. Sabiilerin torunları ise günümüz Irak’ında yaşamaktadırlar.  

Eski Sabii dininde yıldızlara da tapımlar olduğu için Kur’anda geçen yıldızlara ant olsun ki sözünün Sabiilerden geldiğinin dolayısıyla İbrahim peygamberle olan ilişkisini belirtiyor. 

Peygamberlik nedir sorusuna da değiniliyor. Bu kısımda yazılan ise peygamber sözcüğünün nereden geldiği, Kur’an’daki karşılığı ne olduğu yazılıyor. En sonunda da bu peygamberlik geleneğinin yani Tanrı’dan haber getirme geleneğinin Sümerlerden geldiğini hatta Sümer hikayelerinde de bolca bulunduğunu belirtiliyor. Buna benzer bir gelenek Mısır’da da mevcut. 

Burada ilginç olan Sümerlerde kadın peygamberler de var. 

Tanrı, El; efendi diye biliniyor. Musevilikten müslümanlığa geçen Rab sözü de aynı El sözcüğündeki gibi anlamda; sahip, efendi olarak kullanılıyor.  

İbrahim peygamberin döneminde ki putperest uygulamalar son peygamber olarak bilinen Muhammed zamanında da belli şekillerde yaşıyor. Kabe’nin yanı başında ki hacer’ül Esved taşının kutsal sayılması gibi… Bir diğeri de şeytan taşlamada kullanılan şeytan yerine geçen sembolik, uzun çubuk şeklindeki taş. 

Halbuki bu taş, Tevrat’ta belirtilen üzere Yakup tarafından bir çok yerde dikiliyor. Sümerlerden gelen bu gelenek de erkek tanrının cinsel organı temsil ediliyor.  Bu ise islam’a şeytan olarak geçmiş, yılın belli döneminde inanan müslümanlar tarafından taşlanıyor. 

Sembolik gözüküyor gibi olsa da aslında Sümerden gelen bir uyguluma. Çünkü İslam öncesi putperestlik denen dönemde de bunlar sadece birer sembol.  Tevrat’taki İbrahim anlatılarında da bu taş dikme geleneği var. 

İbrahim peygamber döneminde varolan bir çok putperest gelenekler; Yahudilerin kral, Müslümanların peygamber dediği Davud, Süleyman döneminde de varlığını sürdürüyor. Bu tür uygulamalar yine Tevrat’ta da belirtiliyor. 

Hristiyanlıkta olmayan ancak Musevilikte ve islamda geleneği sürdürülen erkeklerin sünnet olma uygulamasına da değiniyor. Bu uygulamanın Mısır’da varolan güneş kültünden geldiğini belirtiyor. 

Musevilikte ve Müslümanlarda (Kur’anda belirtilmiyor) varolan bu uygulamayı Hristiyanlar farklı yorumluyor. Onların sünnet yorumu ise İbrahim’in imanından geliyor. İbrahim Allah’ın birliğine ve tekliğine sünnet olmadan erişiyor. İbrahim’in imanı sünnet uygulamasından (Şeriat) öncedir deniyor ve şeriattan önce iman gelir çünkü bütün inananların babası İbrahim’de sünneti (yani şeriatı) imandan sonra getirmiştir. Bu yüzden de hrıstiyanlarda sünnet uygulaması yada geleneği gereklilik olarak görülmüyor. 

İbrahim peygamberin ne zaman yaşadığına özellikle Tevrat baz alınarak çıkarımlar yapılsa da, tam net bir tarihleme söz konusunun olmadığı belirtiliyor. İbrahim peygamberin yaşamına, yaşadığına dair söylenen bütün hikayelerin o dönemin topluluklarının bize kadar gelen hikayelerden geldiği yazılıyor. Sonrasında yine İbrahim peygamberin çocukları ve torunlarının (diğer peygamberlerin) hikayelerinin de yine dönemin yaşayan topluluklarında var olduğu belirtiliyor. 

Üç büyük dinin atası kabul edilen İbrahim peygamber aslında tam bir tarih araştırması konusu iken, günümüzde İslam karşıtı yada din karşıtı denilerek bu tür yazıların ve bilgilerin küfür olduğu yazılıp, çiziliyor. 

Özellikle Yahudi karşıtı olan bir çok Müslüman topluluk (millet denmesi gerekiyor ancak kullanmamayı tercih ediyorum), inançlarında Yahudi şeriatı ve geleneğinin olduğunu göremiyorlar. 

Bu tür yazı ve kitaplara karşı çıkanların çoğunluğu bunu imanından yada inancından dolayı değil, politik bir duruş olarak yapıyor ki yaşanılan ülkede 40 yıl önce politik hareketler içinde İslamcılık diye bir hareket de söz konusu. Ve de bunların iman ve inanç dedikleri ise Yahudi şeriatı ve tanrı inancından geliyor. 

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerler üzerine yaptığı araştırmalar ve yazdığı kitaplarla sadece mitolojiyi yada bilinmeyn tarihleri değil, günümüzde varlığını sürdüren dinlerin de kökenini de göstererek, insanların inançlarını sorguluyor. 

‘İbrahim Peygamber’ kitabı ile de okuyan, öğrenen insanlara yön göstermeye çalışıyor.

30 Mart 2020 Pazartesi

Sen Abdülhamid'i Savundun

Kızıldere katliamının yıldönümüydü bugün. Ünlü ünsüz hemen hemen bütün solcu kişiler Mahir Çayan ve arkadaşlarını andılar. Koronovirüs nedeniyle tabi bu durum sadece twitter'da gerçekleşti. Her zaman olduğu gibi Mahir Çayan'ın sözleri paylaşıldı, o yollara girmeseydi belki çok güzel bir hayat yaşayacaktı gibi sözler en çok okunanlardan oldu.

Kızıldere katliamının 'Sen Abdulhamid'i Savundun' sözüyle ne ilgisi var. Daha doğrusu 'Sen Abdulhamid'i Savundun' ne demektir.

Türkiye'de sol hareket özellikle 1960'ların başında kurulan Türkiye İşçi Partisi ile başlatılır. Sonrasında 68 ve Dev-Genç hareketiyle sol anlatımı devam eder.

Halbuki daha öncesine gitmemiz gerekir.

İlk önce Sol'dan ve Sağ'dan ne anlamalıyız, ona bakmalıyız. Bunu anlayabilmek için de insanoğlunun düşün dünyasındaki devrim süreçlerini hatırlamak gerekir.

Sol ve Sağ, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan bir kavramlardır.

Devrim öncesi Fransa kralı tarafları sarayına çağırır. Ruhban sınıfı ve soylular Kral'ın sağ tarafında otururlar. Kralın herhangi bir ayrıcalığa sahip olmamasını savunan burjuva sınıfı ve köylü halk kitleleri de bunların karşısında durarak sol tarafına geçerler.

10 yıl süren Fransız Devrimi, milliyetçilik ideolojisinin doğduğu süreçtir. Modern anlamda ulus devlet modeli, milliyetçilik, modern hukuk gibi tanımları ortaya çıkartan Fransız Devrimi'dir. 1800'lerin başında Napolyon'un bütün Avrupa'yı ele geçirmesiyle Milliyetçilik fikri hızla yayılmaya başlamıştır. Aynı dönemde Fransız dili de diğere dillere girmeye başlamıştır. Günümüz Türkçe'sinde bu kadar çok Fransızca sözcük olmasının nedeni de Fransız Devriminin Avrupa'da başarılı olmasıdır.

Sol ve Sağ kavramları o süreçte İlerici-Gerici olarak da tanımlanır.

1800'lerin ortalarında tam anlamıyla yayılmış olan Milliyetçilik fikri, Osmanlı imparatorluğunda da aydınları etkilemiştir. Tanzimat Fermanı ve sonrasında Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi aydınlar Milliyetçilik fikrinin oluşmasında ilk akla gelen düşünürlerdir. 93 harbi sonrasında ağır yenilgiye uğrayan Osmanlı imparatorluğunda tahta çıkan 2. Abdulhamid'in emriyle meclis kapatılır. Düşünürler hapse tıkılır. Bu dönemde 2. Abdulhamid tarafından düşüncelerin engellemeye çalışılması daha sonra JönTürkleri ortaya çıkartacaktır. Sonunda da İttihat ve Terakki partisi kurulacaktır.

Milliyetçi düşüncenin geçirdiği bu süreç en sonunda 1923'de Cumhuriyet kurulmasıyla iktidar olur. Cumhuriyet'in devrimci kadrolarıyla ortaçağ kalıntıları (Gericiler) tasviye edilmeye başlandı. Halifelik kaldırıldı, Tekke ve Zaviyeler kapatıldı. Yerine 1945'e kadar özgür düşünebilen nesil yetiştirilmeye başlandı.

1945, 2. Dünya savaşının sona ermesiyle ilericilik, gericilik tekrar (Sabiha Sertel, İlericilik-Gericilik Tevfik Fikret) tartışılmaya başlandı. 1950'de Demokrat Partinin iktidarıyla birlikte küçük amerika olmaya karar verildi. 1960'a kadar olan bu süreçte yine Sol ve Sağ tarafları olsa da, ne düşünce ne de kavram olarak düşün dünyasında yer almadılar. Varolan Komünist partiler ise Sovyet borazanlığından başka bir şey yapmıyorlardı. Eski Kemalist kadrolar 1960 sonrası kendilerine Doğan Avcıoğlu'nun Yön dergisinde yer bulabildiler.

Doğan Avcıoğlu yönetimindeki Yön dergisi dönemin gençliğine siyasal düşünce aşıladı ve başarılı da oldu. 1960'ların başında kurulan Türkiye İşçi Partisi de Yön dergisinden zorunlu ve dolaylı olarak etkilendi.

1968 hareketinin 'Tam Bağımsız Türkiye' sloganını temel olan siyasal düşünce Yön dergisinde doğmuştu. Mehmet Ali Aybar'lı TİP de bundan etkilenerek tam bağımsız ve insancıl sosyalizm görüşünü dile getirdi.



Ancak 1968 yılında Sovyetlerin Çekoslovayya'yı işgal etmesiyle parti ikiye ayrıldı. Bir tarafta Mehmet Ali Aybar'lı Tam Bağımsız'lıkçılar, diğer tarafta Sosyalist Devrim teorisiyle Sadun Aren ve Behiçe Boran vardı. 1969 yılında TİP genel siyasi söylemleri Sosyalist Devrim'e kaymaya başlayınca TİP'in bir nevi gençlik örgütlenmesi olan FKF adını değiştirerek Dev-genç adını aldı. FKF üyelerinin bir kısmı daha sonra kendilerine farklı yollar çizmeye başladılar.

Bir süre sonra gençler illegal yapılar oluşmaya başladı. Gençlik hareketinin (Dev-Genç) etkisinin yerini bu yapılar aldı.

Doğu Perinçek öncülüğünde Aydınlık dergisi devrimin teorisini oluşturmak amacıyla tekrar çıkartılmaya başlandı. Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Mahir Çayan ile Doğu Perinçek birlikteydiler. Daha sonra fikir ayrılıklarından sonra Mahir Çayan ile Mihri Belli Aydınlık Sosyalist dergisini çıkarmaya başladı. Doğu Perinçek ve arkadaşları da derginin adını Proleter Devrimci Aydınlık olarak değiştirdi.

<<Bu dönemde Sosyalist Devrim fikri de ortaya çıkmış olsa da, 68 hareketi, devrimci hareket diye hatırlananlar günümüzden bakıldığı zaman Milli Demokratik Devrimi savunanların yaptıkları eylemlerdir.>>

Aydınlık Sosyalist Dergi'de bir süre sonra ikiye ayrıldı. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga ile birlikte Kurtuluş Dergisini çıkarmaya başladı. Aydınlık Sosyalist Dergisinde Mihri Belli 'milliyetçi devrimci çizgisi' nedeniyle Mahir Çayan tarafından eleştiriliyordu. Mahir Çayan bu tür (milliyetçi devrimci gibi) düşüncelerle devrime ulaşamayacaklarını, bunun düzen partilerinden farkı olmadığını söylüyordu. Düzen partisi yerine savaş partisi kurulması düşüncesiyle THKP-C'yi kurdu.

Dönemin MDD'cilerinin yaptıkları; banka soygunu, fidye isteme, büyükelçiliğin silahlarla taranması, büyükelçi kaçırılması gibi kitleyi harekete geçirecek eylemlerdi. Kismen de başarılı oldular ancak 1971 muhtırası gelmişti. Hepsi yakalandı, Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildiler.

Mahir Çayan ve THKP-C, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının silahlı eylemlerinden dolayı onlarla ilişki kurmuş, bu eylemlerin bir parti içinde yönetilmesi gerektiği üzerine toplantı yapmıştır ancak anlaşma sağlayamamıştır.

İsrail Büyükelçi'nin kaçırılıp öldürülmesinden sonra Mahir Çayan yaralı olarak yakalanır. Bir süre sonra hapisten THKO'lularla birlikte kaçar.

Mahir Çayan kaçtıktan sonra Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga'nın Narodnizm-troçkizm eleştirisine maruz kalır ve Mahir Çayan her iki kişiye de partiden atar. Bu iki kişinin tarafları da çoktur ve bu iki kişi sonra pişmancılar olarak anılacaktır.

Kızıldere'de yakalanan Mahir Çayan ve THKP-C'ler teslim olmazlar ve çatışma çıkar. Sonuç Ertuğrul Kürkçü tek sağ olarak yakalanan kişidir.

Yusuf Küpeli yakalandığında savcıya şöyle ifade verir. 'Şimdi anlıyorum ki ben kendimi Markist-Leninist zanneden Donkişot, anarşist, kumarbaz, sorumsuz, halkıma ve işçi sınıfına karşı biriyim.'

THKP-C duruşmaları başlamadan önce Ertuğrul Kürkçü, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve THKO'dan Nahit Töre'nin kaldığı koğuşa konulur. Pişmancılar bu koğuşa verilir.

Pişmancılar koğuşda yeni bir teori ortaya koyarlar, bu teoriye göre Abdulhamid, 31 Martçılar, Serbest Fırka, Menderes ve Demirel 'İlericiliği'; İttihat ve Terakki, Kemalizm, CHP ve 27 Mayıs ise 'Gericiliği' temsil eder.

THKP-C davaları başlayınca bunu ilk kez THKO'dan Nahit Töre dile getirir. Ancak kendi tarafltarlarından da çok tepki çekince bir daha Abdulhamid'den söz edilmez.

Sen Kemalizm'in bezirganısın.

Kemalizm'i savunacağız.

Ya sen Kemalistsin, ben Komünistim, hadi bakalım.

Bırak palavrayı.

Sen bırak palavrayı.

Sen döneksin.

Sensin dönek.

Döneksin. Döneksin. Sen sıkıyönetim mahkemelerinde (THKP-C davası) çıkıp dönekliğini ilan etmedin mi?

Göreceksin, Göreceksin.

Sen Abdulhamidleri savundun, Menderesleri savundun.

Savunmadım.

Sen savundun.

Terbiyesiz. Savunmadım. Çıkar, göster. Ahlaksız adam.

Alçak, p.şt.

Kamil Dede, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan

Vatan Partisi MKYK Üyesi Kamil Dede

Uğur Mumcu 



Münir Ramazan Aktolga'nın annesi
Ertuğrul Kürkçü hippi



11 Şubat 2019 Pazartesi

Ruh Adam - Hüseyin Nihal Atsız


Hüseyin Nihal Atsız'a bir çok kişide olduğu gibi temkinli bakıyordum. Hatta milliyetçilik ve ırkçılık üzerine düşünceleriyle ile ilgili öğrendiklerim tamamen kulaktan dolma bilgilerdi. Bu bilgilerde kendisinin söyledikleri değil, takipçileri yahut oradan buradan sözlerini duymuş olan kişilerdi.

Bir kaç yıl önce Türk tarihi ile ilgili internette araştırıp okurken, yazıları karşıma çıktı. Herhangi bir önyargı oluşmadan yazılarını okudum. Fazlasıyla açıklayıcı ve bilgi vericiydi. Diğer yazılarını da okumalıyım diyerek tarih üzerine başka yazdıklarını da bulup okumaya başladım. En sonunda kitaplarını bulup pdf olarak edindim.

Edebiyat ile aram pek iyi olmadığı için romanlarına hiç bakmadım. Tarih ve siyaset ile ilgilendiğim için kitaplarının arasından bu konular hakkında yazdıklarını seçerek okudum. Çok geçmeden ilgim arttığı içinde sosyal medyada hakkında yazılanlara bakmaya başladım. Doğal olarak da yazılanlar yarı yarıya birbiriyle zıttı. O yüzden olumsuz yazılanlara değil, daha iyi tanımak için olumlu yönden yazılanları dikkate aldım.

Bir kaç gün önce aklıma geldi. Hakkında yazılanlara tekrar bakmaya başladım. 'Ruh Adam' kitabının çok övüldüğünü hatırladım. Ve uzun süre sonra romanı okumaya karar verdim. Ardarda 3 gün ile romanı bitirdim.

Her yerde yazılan sembolizmden yahut muhteşem sözlerden bahsetmeyeceğim çünkü roman onlar üzerine kurulu değil. 'Ruh Adam' romanı Hüseyin Nihal Atsız'ın kendisi anlattığı bir kitaptır. Kitap Hüseyin Nihal Atsız tarafından 1950'lerde yazılmış ancak basımı 1972. Çok karşılaştırılan Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' romanının basımından bir yıl sonra.

Ruh adam yani Hüseyin Nihal Atsız romanında kendi iç dünyasını anlatıyor. Bunu yaparken sahip olduğu siyasi görüşüne, ailesine, mesleğine olan tutkusuna odaklanıyor. Ancak bu odaklanma esnasında sahip olduklarının karşısına aşkı çıkartıyor.

Kitaba eski zamanlarda bir uygur aşk masalıyla başlıyordu, kitabın sonunda da bu aşk masalının yıllar sonra hala yankılandığını söyleyerek bitiriyordu. Ama Hüseyin Nihal Atsız kitabın özünü ortalarında açıklıyordu. Aşk!

Aşkın tarifini de kendisini muayene eden doktor'a yaptırıyordu.

* Aşk, şehvetin estetik şeklidir.
* Aşk, sebep değil neticedir.
* Aşkın, şehvet ile aynı olmasının kesin delili ise vuslattan sonra ikisinin de sönmesidir.

Şehvet, hayatın en büyük prensibidir. İnsan neslinin tükenmemesini sağlar. İnsan, akıl ve duygu bakımından çok üstün ve ileri olduğu için bu prensibi olgunlaştırmış, güzelleştirmiştir. Yiyeceğini, giyeceğini, barınağını güzelleştirdiği gibi. Şehvet, aşk haline geldikten sonra artık insanlar arasında yarış başlamış ve beyinler, muhayyeleler gerçekte olan güzellerle kanmayarak onları icad yoluna gitmiştir. Sevgiliyi aşk yaratır, sonra tapar. Onda eşsiz güzellikler, büyüklükler bulur. Aslında alelade bir kız yada kadındır, ama Mecnun'un Leyla'yı görüşü gibi onu ilahlaştırdıkça artık aşk denilen tezahür başlamıştır. Bununla beraber aşk lüzümlu bir şeydir.

Yaşamayı tatlı hale getirdiği, ihtiras olduğu için lüzumludur. İhtiraslar çok defa parlak ve olumlu neticeler doğurur. Siyasette, ilimde, sanatta ihtiras olmasa belkide bugünkü medeniyet olmazdı. Aşk bir nevi anormal duygudur, aşıklar da anormal hastalardır, ama ruh hekimliği bakımından her büyük insan da az çok anormal sayılır. Bütün insanlar tam normal olsa insanların akıllı ve şuurlu hayvanlardan farkı kalmaz.

Şundan: Aşk bir şehvet. Şehvet ve vuslatla sönen bir duygu. Öyleyse insanlar zevcelerine boyuna ihanet edeceklerdir. Böyle bir dünyada zevk kalır mı?

Aşk ile ilgili olan görüşleri bunlardı. Ancak burada her ne kadar aşkın tarifi karşı cins üzerinden yapılsa da, kitabın bütünü iyice anlaşıldığında; aşk insanı hayatta tutan bir tutkuydu. Bu tutku kimi zaman meslek, kimi zaman bilim, kimi zaman da sanat olabilirdi.

Hüseyin Nihal Atsız, bunların hiç birisi üzerine odaklanmasa da aslında sahip olduğu aşk'ın askerlik olduğunu gösteriyordu.

Hüseyin Nihal Atsız ile ilgili olumsuz görüşler savunan hatta hakaret edenlere 1931-32 yıllarında çıkardığı Atsız dergisinde yazan yazarlara bakmalarını öneririm.

Halkbilimci ve tarihçi Abdülkadir İnan
Edebiyat Tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı
Halkbilimci ve edebiyatçı Pertev Nail Boratav
Tarihçi Zeki Velidi Togan
Sabahattin Ali

Hüseyin Nihal Atsız daha sonra bu kişilerden bir çoğuyla görüş ayrılığına uğrayacaktır ve yalnız başına kalacaktır. 'Ruh Adam' romanı sonrası düşün olarak yanlızlığını anlatacağı 'Yalnız Adam' adında bir kitap daha yazmak isteyecektir ancak  ömrü yetmeyecektir.


Türkçü mecmuanın solcu yazarları :
http://www.utkugazetesi.net/?Syf=22&Mkl=1057305&pt=Yunus%20%20Yılmaz&Türkçü-Atsız-Mecmuanın-Solcu-Yazarları

7 Şubat 2019 Perşembe

Nazım Hikmet Pazarlama

Nasıl ki bu ülkede din, islam, Allah üzerinden herhangi bir meta'nın pazarlaması yapılıyorsa, Atatürk üzerinden de aynı meta pazarlanması 10 yıllardır yapılmaktadır. Pazarlanan sadece bu iki değer değildir. Şiirler, romanlar, kitaplar da aynı şekilde 10 yıllardır pazarlanmaktadır. En basit örneği Platon'un 'Devlet' adlı kitabıdır. Ülkede o kadar çok farklı yayınevlerinden bu kitabın baskısı var ki gören eski yunancayı ne kadar da iyi biliyoruz diyebilir. Halbuki işin aslı öğle değildir. Çevirisi yapılan 'Devlet' adlı kitabın sadece 3-4 tanesinin yabancı dilden çevirisi vardır. Diğer basımlar ise bu çevirilerden çevirilerdir. Ortada bir emek hırsızlığı da vardır.

Bu sorun sadece yabancı dilden çevirilerde yoktur. Yerli yazarlarda aynısı olmasa bile sadece adından meta haline dönmüş kitaplar vardır. Nazım Hikmet örneğinde olduğu gibi. 

Kendisini sosyalist olarak tanımlayan Nazım Hikmet'in kitapları bir bankanın (Yapı Kredi Yayınları) yayını olarak satılmaktadır. Platon'un 'Devlet' adlı kitabı nasıl başucu, temel kitap olarak tanıtılıyorsa, Nazım Hikmet'in durumu da ondan çok farklı değildir.

Nazım Hikmet kitaplarının çok satmasını sağlanması da O'nun bazı özelliklerini öne çıkartılarak yapılır. Nazım Hikmet'in tanıtılması (pazarlanması) için seçilen iki özelliği, vatan şairi ve aşk şairi.

Şiirlerine bakmadan önce basit mantık kurarak Nazım Hikmet'i anımsayalım.

Vatan Şairi olarak gösterilen Nazım Hikmet.

Kuva-i Milliye Destanı ile bilinen Nazım Hikmet, 1919 yılında Deniz Piyade okulunda okurken devamsızlıktan kaydı silinir. Ertesi yıl, kurtuluş savaşı döneminde, Anadolu'da kısa bir dönem öğretmenlik yapar. Ancak 1921 yılında Rusya'ya geçer. İki yıl sonra 1923'de Bolşevik partiye üye olur. Türkiye'ye dönüşü 1924'de olur. Dönemin illegal komünist partilerinden Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın yayın organı Aydınlık'ta çalışmaya başlar. Bir süre sonra hükümet karşıtı yazıları nedeniyle cezaevine girer.

Kuva-i Milliye Destanı adlı şiirini ise 1939 yılında cezaevinde iken yazmaya başlar. İlk basımı ise 1965 yılında Yön dergisi tarafından basılır.

1951'de Rusya'ya gittiğinde (kaçtığında) havalimanında toprağı öper, 'Beni stalin yarattı' der. Orada tanıştığı partililerle birlikte hareket eder ve II. Dünya savaşında Rusya'nın vatan savunması için şiir yazmak istediğini söylediğinde aldığı cevap; 'Sen savaşa katıldın mı' olur. Nazım Hikmet'in hayır demesi üzerine, Ruslardan 'Katılmadığın savaş hakkında nasıl şiir yazacaksın' olur ve yazmaktan vazgeçer.

Kurtuluş savaşı yıllarında Anadolu'da kalıp milli mücadeleye katılması gerekirken Rusya'ya giden ve orada bolşevik partisine üye olan Nazım Hikmet, Türkiye'ye döndükten yıllar sonra Kuva-i Milliye şiirini yazar ve günümüzde vatan şairi olarak tanınır. Ama aynı dönemde Rusya'ya yada başka bir ülkeye gitmeyen, Anadolu'da köylerde kasabalarda dolaşıp 'Yaban' kitabını yazan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Nazım Hikmet gibi vatan şairi yada yazarı olmaz. Pazarlama Stratejisi? 

Aşk Şairi olarak tanıtılan Nazım Hikmet'in aşık olduğu kadınlar:

Sabiha
Azize
Şuküfe Nihal
Nüzhet
Yelena Yurçenko (Lena)
Piraye
Semiha Berksoy
Suat Derviş
Cahit Uçuk
Münevver
Galina
Vera

Casanova gibi bir hayata sahip olan Nazım Hikmet ilk evliliğini evli bir kadın ile yapar. Bir süre sonra boşanır sonra tekrar evlenir. Ne ilginçtir cezaevinde iken eşi için yazdığı şiirleriyle tanınan Nazım Hikmet, çıkışından iki yıl önce ziyaretine gelmeye başlayan dayı kızı Münevver'e aşık olur. 1950'de cezaevinden çıktıktan sonra eşini boşar ve Münevver ile yaşamaya başlar ve bir oğulları olur. Askerlik hizmetini yapmadığı ve öldürüleceği korkusuyla yeni aşkı Münevver'i arkada bırakarak Romanya'ya kaçar. Sonrasında Rusya'ya geçer. Rusya'da geçtikten sonra da ölene kadar da orada iki ilişki daha yaşar. 

Sosyalist ve komünistler aileye önem verdiklerini söyleyerek 'Çekirdek Aile' diye tanım ortaya atarken; halka, işçiye ve köylüye parti önderlerinin ve üyelerinin örnek olmaları gerektiğini belirtirler. Kendini sosyalist ve komünist gören Nazım Hikmet'in ise böyle örnek olmak gibi bir derdi yoktur. Aşk hayatı gibi aile hayatı da örnek alınacak biri değildir.

Nazım Hikmet'in gerçekte olmayan durumlarını sadece şiirleriyle varmış gibi gösterip tanıtan ve üzerine de çok da iyi kazanan bir bankadır. Örnek alması gerektiği söylenen halk değildir.

Nazım Hikmet'i durumunu en iyi anlatan Falih Rıfkı Atay'ın bir yazısıdır. Atay, Nazım Hikmet ile Mustafa Kemal'in ayaklarını öptükten sonra 'Mustafa Kemal diye bir kahramanı, o zamanlar lazım olduğu için, biz icat ettik!' diyen Yahya Kemal'in benzerliğini dikkat çekerek yazının sonunda Ah İnsanlık! der ve bitirir.




24 Ocak 2019 Perşembe

Pazarlanıyor!

Son bir haftadır sosyal medya denen yerlerde Yılmaz Özdil'in 'Mustafa Kemal' adlı son kitabının özel baskısı ve fiyatı konuşuluyordu. İster istemez her facebook ve twitter'ı açtığımda karşıma çıktı.  Genel olarak paylaşılan yazılar olduğu için şöyle yazılanlara göz gezdirdim. Takip ettiklerim gençler olduğu için bir çoğu kitabın fiyatına değil, Mustafa Kemal Atatürk üzerinden bu kadar para toplanılmasına tepki veriyorlardı. Dolayısıyla ben de tepkilere ortak oldum.

Önüme sadece tepki verenler çıkmadı. Tepki verenlere tepki verenler de çıktı. Aşağıda bir facebook sayfasında olduğu gibi.


Elbette ki bu ücret tutarında kitaplar yok değil. Ancak okyanus ötesine gitmeye gerek yoktur.  Koleksiyonluk denilen özel basım kitaplar batıda yaygın olduğu kadar Türkiye'de de yaygındır. Bir çok banka ve kurumsallaşmış şirketler tarafından koleksiyonluk kitaplar basılmıştır. Ancak özel basım olduğu için basım adeti de sınırlıdır. 2500  yada 1000'er adet basılmaz. Bu tarz kitapların okuyucu daha doğrusu alıcı kitlesi sabittir. O yüzden kitap sınırlı olarak 100, 200 yahut 500'er adet olarak basılır. Oran vermek belki doğru olmayabilir ama %10-15'lik kısmı elde kalır yahut özel olarak dağıtımcılar tarafından baskısı tükendi denir; daha sonra da bu elde kalan (daha doğrusu saklanan) kitaplar sahaflık denilen kitap haline gelir. Sonuç olarak normal fiyatının bir kaç misli haline gelir.

Örneğin Mimar Sinan'ın eserlerini konu alan 1993 yılı basımlı 'Sinan' kitabının fiyatı 2500-3000 TL arasındadır.

Koleksiyonluk kitap olarak sunulan kitapların Türkiye'deki durumu ya görsel yada el sanatları üzerinedir yada konusunda uzmanlaşmış kişilerin araştırmalarına dayanır.

Ancak Yılmaz Özdil'in özel basım yaptığı kitabı ne bir sanat kitabıdır nede araştırma üzerine bir kitaptır. Her ne kadar kendisi araştırma yaptığını söylese de; araştırmalarda bilimsel yaklaşılır o yüzden araştırma kitapları bol dipnot ve kaynak belirtilir.


'1881' adlı yazısında bahsettiği 'Mustafa Kemal'i neden herhangi bir şirketin promosyon malzemesi yapayım?
Bir bu kitabı Mustafa Kemal'i yüceltmek için ürettik. Herhangi bir holdingi yüceltmek için değil' deyip hemen arkasından prestij diye tarih ettiği özel basım kitabına örnek olarak Ferrari'yi vermesi ironidir.




Sonrasında verdiği örneklerin tamamı koleksiyon kitaplarıdır ve önemli olan cildi değil, içeriğidir. Ki o içeriğini her yerde bulamazsınız. O'nun vermediği ama koleksiyon kitabı olan ve fiyatı gayet de makul olan bir kitap örneği;




Dünya Basınında Atatürk Kasım 1938

Konu aslında koleksiyonluk kitap üretmek değil, pazarlamadır. Pazarlanan Yılmaz Özdil'in kitabı yada özel cilt malzemeleri de değildir. Bilakis Mustafa Kemal'in tarihsel kişiliğidir.

2012 yılında Ayrıntı yayınları tarafından basılan bir kitap, 'İsyan Pazarlanıyor'. İlk basımı çıktığı zaman kitabı edinmiştim. Ancak okumam bir yıl sonrasını buldu. Kitabın konusu isyancılaşan ve devrimçileşen kişi ve kitlelerin kapitalizm için nasıl birer tüketici haline geldiğiydi. 

Örnekler; Kurt Cobain nasıl popüler müziğin ikonu haline geldi. Sistem karşıtı olarak yazılan ve bilinen Star Trek 80'lerde ve 90'larda nasıl amerikan demokrasi propagandacısı haline geldi. İşçilerin, emekçilerin sırf gösteriş yapmamak için rock konserlerine bez ayakkabıyla gitmeleri ayakkabı piyasasına etkisi ne oldu.

Bunlar gibi bir çok örnek ile sisteme karşı durduğunuzu sanarken aslında onun bir parçası haline geldiğinizi yalın ve basit bir şekilde anlatıyor.

Koleksiyon olarak belirtilen kitap da tarihi bir kişilik olan Mustafa Kemal'in nasıl meta haline getirildiğinin net kanıtıdır. Bu kitap ile ne Mustafa Kemal onure edilmiştir ne de liderlik yaptığı toplum. 

10 Ocak 2019 Perşembe

Atatürk'ün Dehası (1)

Mecit Ünal, geçen ay bir yazı yazdı. Normal olarak da sanal dünyada kendine pek yer bulmadı. Benim haberimin olması da daha önce birlikte çalıştığım, şuan çeviri ve seri kitaplar yayımlamakla meşgul olan Sadık Usta'nın facebook'daki bir paylaşımı sayesinde oldu. Paylaşımında 'Yazmaya çekindiğim yazıyı yazan ellere şifalar diliyorum...' diye yazmıştı.

Mecit Ünal,  'Ölü Seviciler' adlı yazısında insanların neyi eksik gördüklerini hissederlerse onlar üzerine konuştuklarını anlatır. Günümüzde adalet, hukuk, kültür, ahlak gibi değerler ne kadar çok konuşuluyorsa, 'o'nun eksikliği söz konusudur' der. Sonunda da 'en çok satan Atatürk' konusuna değinir. Gerekli yazının linki aşağıdadır.

Günümüzde Atatürk konusu üzerine çok kitaplar yazılıyor önceden de fazlasıyla yazıldı  ancak bunlar okuyan kitleyi güdüleyici özelliklerden çok uzaktır. Daha çok para kazanma amacı taşıyan kitaplar. Okuyanı bir yöne yönlendirmeyen sadece kendine ahlakı bir yargı ve güdü veren kitaplardır.

Ancak bu, Atatürk hakkında yazılmayacak anlamı da çıkmamalıdır.

Anti-emperyalist kişiliğiyle Mustafa Kemal Atatürk.

Dünya üzerinde en çok anıtı dikilen lider kişi tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bir çok ülke de anıt dikilmesi dışında sokaklara caddelere de adı verilmiştir. Atatürk'ün ileri görüşlülüğü, barışı amaç edinmesi gibi bir çok özelliği bir çok ülkede kendisinin varlığına saygınlık kazandırmış. Ancak bir kaç sol düşünceye sahip ülke haricinde Mustafa Kemal'in anti-emperyalist kişiliği vurgulanmaz hatta bilinmez bile.

Mecit Ünal'ın bahsettiği kişiler ve kitaplar haricinde de yine Mustafa Kemal Atatürk konuşulur. O'nun ne kadar ileri görüşlülü olduğu dile getirilir. Nitekim bütün bunlar da doğrudur ama yine de Mustafa Kemal Atatürk'ü tam olarak tanımlamaz.

Mustafa Kemal Atatürk, 1923 sonrasında devrim niteliğinde çok şeyler yapmıştır. Halifeliği kaldırması, eğitimde birliği getirmesi bu devrimlerin ilk akla gelmesi gerekenlerindendir. Çünkü bütün bunlar ortaçağın tasfiyesinin tanımıdır.



1933 yılında batı'da varolan ekonomik kriz sonucu sömürge elde edememiş İtalya ve Almanya emperyal politikalara yöneldi. Balkanlar ise bu politikaların ilk ve temel hedeflerinden biriydi. Ertesi yıl Atatürk önderliğinde yeni Türkiye bu balkan devletleriyle saldırmazlık antlaşması kurdu. Balkan Paktı adı verilen bu antlaşmaya dahil olan ülkeler olan Yugoslavya, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan birbirlerinin siyasi sınırlarını kabul etmiş oldular.

Arnavutluk ise Bulgaristan ile sınır sorunları olduğu için antlaşmaya katılıp imzalaması bir kaç yıl geçikmiştir.

Balkan Paktı sadece antlaşmayı imzalayanların birbirlerinin siyasi sınırlarını kabul etmekle kalmıyorlardı(bu görünen kısmıydı), herhangi bir ülkeye dışardan bir ülke tarafından saldırı olduğu takdirde birbirlerine askeri olarak yardım etme gibi yükümlülükleri vardı.

Balkan Paktı'nın daha iyi anlaşılması için Cihat Baban'ın Politika Dergisi kitabında yer verdiği Venizelos'un sözlerinin bilinmesi yerinde olacaktır.

'Bakın, bir Balkan Paktı kurmadık mı? Bir gün Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya arasında vizelerin kalkmasını, pasaportların ilgasını, gümrüklerin yok olmasını düşünmüyor muyduk? Hani, üç memleketin bir de danışma parlamentosu olacaktı? Bu pakt bütün Balkan milletlerine açık olacaktı ya!  İkinci Dünya Harbi, rejim ayrılıkları bu projeleri hep hayalhanesine naklettirdi' (Cihat Baban, “Politika Galerisi”,  s. 219). (Avrupa Birliği!?! )

1920'lerde birbirlerini boğazlayan iki milletin (Yunan ve Türk'ün) birarada tekrar yaşayabileceğinin kanıtıdır. Atatürk'ün dehası da burada yatar.

Mustafa Kemal Atatürk'ün bir diğer girişimi de ülkenin güneyinden gelebilecek tehlikelere karşı bölge ülkelerini biraraya getirerek İİran'da Sadabat sarayında Sadabat Paktı'ını kurmasıdır. Katılanlar ise Irak, İran, Afganistan'dır. Böylelikle balkanlardan ortaasya'ya kadar anti-emperyalist bir Türk etkisi oluşmuştur.




Mustafa Kemal Atatürk'ün elbette ki diğer özellikleri de anlatılması gerekir ancak ortaçağ din-tarım toplumundan sanayi temelli modern topluma geçmesi üzerinde durulmadığı gibi dönemin emperyal saldırılarında nasıl bir politika izlediğinin üzerinde de durulmuyor hatta o popüler çok satanlar arasında bir yer edinemiyor.

Mustafa Kemal'i ve döneminde yaptığı devrimler üzerinden en iyi tanımlayan fransız siyaset bilimci Maurice Duverger'dir.

'Kemalizm, Moskova ve Pekin'in etkisinde kalmamış azgelişmiş ülkelerde, doğrudan doğruya yada dolaylı çok yönlü sonuçlar uyandırmıştır. Kemalizm, kuzey amerika ve batı avrupa rejimlerinde bulunmayan nitelikleriyle, marksizmin gerçekten alternatifidir. Marksizm uygulamasına girmek istemeyen ülkeler, batı demokrasisi karşısında saptadıkları yetersizliklere çözüm getiren Kemalist modeli tercih edebilirler.'

Ölü Seviciler : https://www.aydinlik.com.tr/olu-seviciler-mecit-unal-kose-yazilari-aralik-2018